ÖNSÖZ
“İlkel toplumlar, devletsiz
toplumlardır.” deriz. Pekiyi ilkel toplumların devletsiz toplumlar olmaları,
bir siyasal iktidara da sahip olmadıklarını mı gösterir? Bu soruyu cevaplarken
ilk bakışta “devlet yoksa siyasal iktidar yoktur” yanılgısına düşebiliriz.
Ancak soruya doğru bir yanıt verebilmek için, öncelikle devleti ve siyasal
iktidarı sorgulamamız gerekir. Devlet ve iktidar kavramları hem herkesçe
bilinen hem de kimsenin tam anlamıyla açıklayamadığı kavramlardır. Yalnızca
devlet için bile yüzlerce tanım yapılabilir, bu tanımların bazıları devletin
birtakım özellikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlarken bazıları ise yanlış
önermeler içerebilirler. Biz de bu çalışmamıza başlarken önce “devlet nedir”i
sorguladık, devleti bir terim ve bir kavram olarak ayrıca ele aldık. Siyaset
felsefesine katkıda bulunmuş düşünürlerin devlet hakkında
görüşlerinden bahsettik. Daha sonra iktidarı ve
nihayet siyasal iktidarı sorguladık. Ve en son, çalışmamızın asıl konusu olan
devletsiz toplumları; “Devlete
Karşı Toplum”ları
ele aldık. Bunu yaparken çoğunlukla siyasal antropoloji alanında çok önemli
çalışmalara imza atmış olan Jean-William Lapierre
ile Pierre Clastres’in
eserlerinden yararlandık. Kendilerine teşekkürü borç biliriz.
Devlet Terimi
Devlet
kelimesinin İngilizce karşılığı “state”,
Fransızca karşılığı ise “etat” , Almanca
karşılığı “staat”, İtalyanca
karşılığı “stato”,
İspanyolca “estado”dur.
Bunların hepsinin kökeni Latince “status” kelimesidir.
Ancak status,
“devlet” demek değil; “hâl”, “durum”, “vaziyet” demektir.
İlk defa İtalya’da 16. yüzyılda,
devleti ifade etmek için stato
terimi
kullanılmaya başlanmıştır.
Stato terimini
modern anlamda devlet karşılığında ilk kullanan kişinin, Machiavelli olduğu
kabul edilmektedir. 1500 ve 1600’lerde “stato (devlet)”
kelimesi Fransız, İngiliz ve Alman dillerine girmiştir.
Devlet kelimesi, dilimize Arapçadan
geçmiştir. Kelime, Arapçadaki dolaşım anlamına gelen “tedavül” kelimesiyle aynı
kökten gelmektedir. Bu nedenle, siyaset bilimciler tarafından devletin
“iktidarın el değiştirmesi” biçiminde anlaşılabileceği ileri sürülmüştür.
Eski Yunan’da ise devlet kavramını
karşılamak için “polis” kelimesi kullanılmaktaydı ancak Eski Yunandaki polis,
günümüzdeki modern devlet yapısından çok farklıdır.
Devlet
Kavramı
Devlet kavramı
için geçmişten günümüze pek çok farklı
tanım yapılmıştır ancak
“devlet”in,
üzerinde uzlaşma sağlanmış kesin bir tanımı
bulunmamaktadır.
Devlet felsefesi alanında fikir
beyan eden filozoflardan Platon’da devlet “birlikte yaşama zorunluluğundan
doğan” , Aristoteles ’te “doğal bir oluşum”, Ancillon’da
dil, gibi iletişim ve toplumsallıktan doğan, Hobbes’ta
herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan, Jean-Jacques
Rousseau, Spinoza
ve Locke’ta
toplum sözleşmesinin sonucu, Fichte’de
saf insan amacının yüce aracı, Schelling’de
mutlak olan, Hegel’de
tözel irade olarak ahlaksal tin, Cicero’da
hukukun sonucu olarak betimlenir. Günümüzde birçok siyaset
bilimci ve filozofun da devlet üzerine farklı tanımları
vardır.
Devlet üzerine yapılan tanımların
içinde en benimsenmişi, kökeni Georg
Jellinek'in
ilk baskısı 1900 yılında yayınlanan Allgemeine
Staatshlehre'de
bulunan "üç
unsur teorisi"ne
göre yapılmış olan tanımdır. Bu tanıma
göre:
Devlet,
belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olan belirli bir insan topluluğunun
oluşturduğu bir varlıktır.
Devletin birinci unsuru olan insan
topluluğuna millet denir.
Millet,
birbirlerine birtakım bağlarla bağlanmış olan insanlardan oluşmuş bir
topluluktur. Devletin ikinci unsuru, toprak unsurudur ki bu da ülkeyi ifade
eder. Ülke, belirli insan topluğunun devamlı olarak yaşayabileceği ve egemenlik
kurabileceği, belirli sınırları olan bir toprak parçasıdır. Devletin üçüncü
unsuru olan iktidar unsuruna ise egemenlik denir. Egemenlik, en üstün iktidar
demektir. Bir devletin varlığından bahsedebilmek için, insan topluluğunun
belirli bir ülke üzerinde en üstün iktidara sahip olması gerekir. Bu iktidarın
da az çok uzunca bir süre devam etmesi lazımdır.
Bir devletin kurulabilmesi için bu
üç unsurun bir veya ikisi yeterli değildir; üçünün de bir araya gelmesi
gerekir.
Bu üç
unsurun birleşmesiyle oluşan devlet, kendini meydana getiren unsurların dışında
ve onlardan bağımsız bir varlıktır. Dolayısıyla devlet, kendisini oluşturan
unsurlardan birisine indirgenemez.
Devlet sadece ülke veya sadece millet veya sadece egemenlik demek değildir.
Devlet hukuk
düzeninde, kendini oluşturan insanlardan ayrı bir hukukî varlığa sahip bir
tüzel kişi olarak kabul edilmektedir. Burada devletin dördüncü bir
unsuru olan “kişilik”
kavramı karşımıza çıkar.
Devleti oluşturan üç unsurdan biri
diğerine göre daha önemli değildir. Bu üç unsurdan biri aslî, diğerleri tali
değildir. İlk bakışta insan unsurunun devletin tanımında daha önemli olduğu
gibi bir izlenim doğabilir. Böyle bir izlenim yanlıştır. Çünkü ülke unsuru
olmaksızın insan topluluğu tek başına (nicelik olarak ne kadar büyük olursa
olsun) devlet teşkil etmez. Keza insan ve toprak unsurları olsa bile, söz
konusu insan topluluğu, söz konusu toprak parçası üzerinde egemenlik kuramamış
ise yine ortada bir devlet yoktur.
Devlet kendini teşkil eden
unsurlardan birisine indirgenemeyeceğine ve keza bu üç unsurdan her biri aynı
değerde olduğuna göre, devlet tanımında, bu unsurlardan birine öncelik veren
tanımlar yanlıştır. Örneğin devlet,
“belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olmuş insan topluluğu” olarak
tanımlamak yanlış olur. Böyle bir tanım bir yandan devletin aslında insan
topluluğuna indirgemekte, en azından insan unsurunun devletin asıl unsuru
olduğunu akla getirmektedir. O nedenle devlet tanımlanırken devletin bu üç
unsur dışında ayrı bir varlık olduğu belirtilmelidir.
Devletin ne olduğuna dair pek çok
görüş olduğunu ancak bu görüşlerin hepsinin de birbirinden farklı tanımlar
getirdiğini, bu görüşlerden hareketle ortak bir kanıya ulaşılamadığını
söylemiştik.
Devlet, kimilerine göre esas
itibariyle bir sınıf yapısıdır. Yani devlet, bir sınıfın diğer sunıfları
egemenliği altında bulundurduğu bir örgütlenmedir. Sınıf egemenliği kavramı,
aklımıza Markist
öğretinin devlet algısını getirir ancak devleti sınıf yapısına dayandıran başka
düşünürler de vardır. Bunlardan biri, Franz Oppenheimer’dır.
Şimdi,
Oppenheimer’ın
görüşlerini detaylı olarak açıklarken devletin ne olduğuna dair onun reddettiği
diğer devlet kuramlarına da kısaca değinmiş olacağız
Oppenheimer’a
göre, bir sınıf kuramı, ister istemez, incelemenin ve aklın ulaştığı bir sonuç
değil, isteklerin ve iradenin bir yan ürünüdür. Kanıtları, gerçeği ortaya
çıkarmak için değil, maddi çıkarları kollama yarışında kullanılacak silahlar
olarak ortaya atılır. Bu nedenle vardığı sonuç, bilim değil, bilimsizlik;
yani cahillik olur. Devletin ne olduğunu kavrarsak, devletle ilgili kuramların
niçin öyle olduklarını da gerçekten kavrayabiliriz. Ama bunun tersi,devlet
kuramlarının kavranmasıyla devletin de kavranabileceği söylenemez; devlet
hakkındaki kuramların kavranması, devletin özü hakkında hiçbir ipucu vermez.
Oppenheimer’ın Sosyolojik
Devlet
Kavramı
Sosyolojik
bir kavram olarak devlet nedir?
Devlet sözcüğünün
geçmişi, bu soruyu yanıtlamaktadır. Sözcük, Rönesans dönemi İtalyasından
gemekte
ve iktidarı kuvvet yoluyla eline geçiren prensle yardımcılarından oluşan
çevresini belirtmektedir. Jacob
Burckhardt,
“yöneticilerle onların çevresine ‘lo
stato’
denirdi ve bu sözcük sonraları bir bölgenin tüm varlığını içeren bir anlam
edindi” der. Öyleyse, “devlet benim” diyen XIV. Louis, bunu söylerken,
gerçekte, sanıldığından daha derin bir anlamda haklıydı.
Devlet, oluşumu sırasında tümüyle,
varlığının ilk aşamalarında ise özünde ve neredeyse tümüyle, zafer kazanmış bir
insan grubunun, yendikleri üzerindeki egemenliğini bir düzene bağlamak ve
kendini içten gelecek ayaklanmalarla dıştan gelecek saldırılara karşı güvenceye
almak amacıyla, yendiği gruba kendini zorla kabul ettirdiği bir toplumsal
kurumdur. Bu egemenliğin nihai amacı, yenilenlerin onları yenenler tarafından
ekonomik alanda sömürülmesinden başka bir şey değildir.
Tarihte bilinen hiçbir ilkel devlet
başka bir biçimde doğmamıştır. Güvenilir bir kaynakla bulunan tersinin yazılı
olduğu durumlarda, ya kendi iç gelişmelerini tamamlamış iki ilkel devletin,
daha karmaşık bir örgüt oluşturmak üzere birleşerek birbiriyle karıştığı bir
durumdan söz ediliyordur; ya da yazılanlar kendilerini kurda karşı korumak için
bir ayıyı kral edinen koyunların masalının insanlara uyarlanmasıdır.
İktidar Kavramı
Yalın bir biçimde kısa sözlük
tanımlarına baktığımızda iktidar; “Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret, bir işi
başarabilme yetkisi ve yeteneği”, “Herhangi bir topluluk içinde, tabiî, maddî
ve manevî etkenler sonucu bazı kişi, grup veya kurumların emir verme ve verilen
emirleri yaptırma gücü” olarak tanımlanmaktadır. Bertrand
Russel,
iktidarı, hayvanlarda da var olan ancak insanlarda çok daha tehlikeli boyutlar
taşıyan bir güdü olarak tanımlar. Russel,
“İnsanoğlunun sınır tanımayan isteklerinin en
belli başlıları, iktidar ve şan kazanma istekleridir.” der. Görüldüğü gibi
bu kısa tanımların içinde güç, emir ve istekler vardır.
İktidar kavramı hayatın her alanını
kapsayan şemsiye bir kavramdır. Aile, topluluk, toplum, devlet, iş kısacası
insanlar arasındaki her türlü ilişkinin düzenlenmesi dolaylı veya doğrudan
“iktidar” kavramıyla bağlantılıdır. Diğer bir anlatımla, insanlar arasında
iktidarı ilgilendirmeyen hiçbir düzenleme biçiminden söz edilemez. Zira her
düzenleme aynı zamanda bir “güç” unsuru içermektedir. Kavram olarak: güçler
arasındaki mücadelede üstün gelen gücün diğer güçler üzerinde belirleyici
olması, onun iktidarına işaret eder.
Max
Weber
der ki: “İktidar, sosyal ilişkiler çerçevesi içinde bir iradenin, ona karşı
gelinmesi halinde dahi yürütülebilmesi imkanıdır.”
Bu iktidar tanımları, iktidarın en
geniş anlamını vermektedir, yani burada “iktidar” kavramı, “sosyal iktidar”a
denk düşmektedir.
Devletin toplum üzerindeki iktidarı
ise “siyasi iktidar” kavramıyla açıklanır.
Siyasal iktidar kavramı, iki farklı
bakış açısı ile incelenmekte ve bunlardan azınlıkta kalan birinci görüşe göre
siyasi iktidar, sosyal iktidar ile eş tutulmaktadır. Bu görüşe göre nerede
iktidar varsa orada politika vardır.
Çoğunluğu oluşturan ikinci görüşe
göre ise siyasal iktidar, belli yönleri ile sosyal iktidardan ayrılmaktadır.
Devlete Karşı Toplum
Devlete Karşı Toplum
Lapierre,
insan toplumlarında siyasal iktidarın arkaik biçimlerini araştırmak
üzere kültür ve tarih bilimlerine yönelmiş, toplumları çok geniş bir yelpazede
ele almıştır. Çalışmasıyla ilkel dünyanın, arkaik olmayan dünyadan farkını ve
böylece bizim kültürümüzde siyasal iktidarın nasıl belirlendiğini görmemizi
sağlamıştır ve incelemelerinden hareketle şu sonuca
varmıştır:
“Hayvanlar aleminde karşılaşılan toplumsal olgulara ve hayvanların toplumsal özdüzenleme süreçlerine ilişkin bilgileri eleştirel bir gözle incelediğimizde, tohum halinde bile olsa hiçbir siyasal iktidar biçiminden söz edemeyeceğimizi görürürüz.”
Lapierre’in sözünü ettiği bu durum bize siyasal iktidar olgusunun sadece insanlar arasında olduğunu gösterir.
“Hayvanlar aleminde karşılaşılan toplumsal olgulara ve hayvanların toplumsal özdüzenleme süreçlerine ilişkin bilgileri eleştirel bir gözle incelediğimizde, tohum halinde bile olsa hiçbir siyasal iktidar biçiminden söz edemeyeceğimizi görürürüz.”
Lapierre’in sözünü ettiği bu durum bize siyasal iktidar olgusunun sadece insanlar arasında olduğunu gösterir.
Araştırmasının önemli bir kısmını vahşilerde iktidar konusuna ayıran Lapierre,
bu konuda ilkel dünyayı oluşturan toplumları çok geniş bir yelpazede
incelemiştir.
‘Yazının olmadığı ve geçim
ekonomisiyle yaşayan' diye tanımlanan arkaik toplumların ekonomisinin hiç de
sanıldığı gibi 'geçim ekonomisine' dayanmadığını söyleyen Sahlins,
yapıtında arkaik toplumların aynı zamanda 'ilk bolluk toplumu' olduğunu
söylemektedir (İlk Bolluk Toplumu, Ekim 1968). Yani arkaik toplumların
kendi
kendilerine zorlukla yeterek varlık sürdüren ve dolayısıyla herhangi bir doğa
koşulundan etkilenince hayatları sekteye uğrayan, hiçbir
şekilde
artı değer üretemeyen toplumlar olmadığını, aksine paleolitik
toplumların belirgin bir bolluk içinde yaşadığından söz ederken, Clastres
bunun neden neolitik dönem tarımcıları için düşünülemeyeceğini sorarak Güney
Amerika'daki bir çok arkaik toplumun, topluluğun tüm bir yıl tükettiğine eşit
miktarda bir artıdeğer
üretebildiklerini göstermiştir.
“Geçim ekonomisi” kavramı, bir
önyargı olarak ortaya çıkmıştır. Batı uygarlığının tasarladığı ve geliştirdiği
iktidar fikrinin damgasını taşımaktadır.
Antik Yunan'daki başlangıcından bu yana Batı politik düşüncesi, politikanın özünü hükmedenler ve hükmedilenler arasındaki, bilenler ve dolayısıyla emir verenler ile bilmeyenler ve dolayısıyla boyun eğenler arasındaki toplumsal bölünmeye göre kavrayarak politikanın içinde insanın toplumsallığının özünü ortaya koymayı bilmiştir.
Etnoloji araştırmalarına hakim olan geleneksel yaklaşıma göre siyasal iktidar ancak zorlayıcı bir ilişkiye bağlı olarak ortaya çıkar. Pekiyi gerçekte durum böyle midir? Lapierre, hepsi de birbirinden farklı olan arkaik toplumları beş kategoride sınıflandırmıştı. Bu sınıflandırmaya göre Amerika yerlilerini inceleyecek olursak, bu toplumlarda yazının bulunmaması ve bu toplumların geçim ekonomisi aşamasında bulunmaları sebebiyle bu toplumların -Meksika, Orta Amerika ve Andlardaki gelişmiş kültürler dışında- arkaik olduklarını biliyoruz. Bahsettiğimiz Amerikan yerlileri, şeflerinin iktidardan yoksun olması gibi önemli bir niteliğe sahiptirler. Demek ki bu toplumlarda iktidar, zorlayıcı bir ilişkiye yani emir-itaat ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkmamıştır. ‘İktidardan yoksun şef’ kavramını günümüz dünyası ile karşılaştırınca anlamak oldukça zordur. Yerlilere göre ise, askeri bir sefer gibi çok özel koşulların dışında, emir almaktan ya da emir vermekten daha aykırı bir şey düşünülemez. Buna göre zorlama ve itaatin her yerde ve her zaman siyasal iktidarın özünü oluşturduğunu söyleyemeyiz.
Antik Yunan'daki başlangıcından bu yana Batı politik düşüncesi, politikanın özünü hükmedenler ve hükmedilenler arasındaki, bilenler ve dolayısıyla emir verenler ile bilmeyenler ve dolayısıyla boyun eğenler arasındaki toplumsal bölünmeye göre kavrayarak politikanın içinde insanın toplumsallığının özünü ortaya koymayı bilmiştir.
Etnoloji araştırmalarına hakim olan geleneksel yaklaşıma göre siyasal iktidar ancak zorlayıcı bir ilişkiye bağlı olarak ortaya çıkar. Pekiyi gerçekte durum böyle midir? Lapierre, hepsi de birbirinden farklı olan arkaik toplumları beş kategoride sınıflandırmıştı. Bu sınıflandırmaya göre Amerika yerlilerini inceleyecek olursak, bu toplumlarda yazının bulunmaması ve bu toplumların geçim ekonomisi aşamasında bulunmaları sebebiyle bu toplumların -Meksika, Orta Amerika ve Andlardaki gelişmiş kültürler dışında- arkaik olduklarını biliyoruz. Bahsettiğimiz Amerikan yerlileri, şeflerinin iktidardan yoksun olması gibi önemli bir niteliğe sahiptirler. Demek ki bu toplumlarda iktidar, zorlayıcı bir ilişkiye yani emir-itaat ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkmamıştır. ‘İktidardan yoksun şef’ kavramını günümüz dünyası ile karşılaştırınca anlamak oldukça zordur. Yerlilere göre ise, askeri bir sefer gibi çok özel koşulların dışında, emir almaktan ya da emir vermekten daha aykırı bir şey düşünülemez. Buna göre zorlama ve itaatin her yerde ve her zaman siyasal iktidarın özünü oluşturduğunu söyleyemeyiz.
Emir-itaat ilişkisinin yokluğu,
siyasal iktidarın fiilen var olmadığını gösterir. Bu yüzden, devletsiz
toplumların yanıcsıra
iktidarın
olmadığı toplumlar da vardır. Burada siyasal iktidarı yorumlarken, etnosantrizm
yanılgısına düşmememiz gerekir. Etnosantrizm,
bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak
değerlendirme tutumu şeklinde tanımlanır. Her kültür, kendisiyle olan narsist
ilişkisi çerçevesinde, tanım gereği etnosantristtir.
Bununla birlikte, Batı etnosantrizmi
ile onun benzerleri arasında önemli bir fark vardır; herhangi bir yerli de
kendi kültürünü diğer kültürlerden üstün tutar, ama hiçbir zaman diğer
kültürler üzerine bilimsel bir söylem oluşturmaya çalışmaz. Oysa etnoloji, pek
çok bakımdan kendi özel durumunun dışına çıkmadığı halde, evrensellik
iddiasında bulunur.
Yazıyı bilmeyen toplumların,
bilenlerden daha az yetişkin olduğunu söyleyemeyiz. Batı düşüncesinin Batılı
olmayan toplumları egzotik bir bakışla ele almaya dayanan kültürel etnosantrizmi
varlığını
sürdürdükçe, “toplumu iktidar olmadan düşünemeyiz” savı savunulmaya devam
edecektir.
Toplumları, siyasal iktidarın var olduğu toplumlar ve var olmadığı toplumlar şeklinde ikiye ayıramayız. İktidar, toplumsal yapıya içkindir ve başlıca iki şekilde kendini gösterir: Zorlayıcı iktidar ve zorlayıcı olmayan iktidar.
Zorlamaya ya da emir-itaat ilişkisine dayanan siyasal iktidar, gerçek iktidarın modeli değil; yalnızca özel bir durumdur. Bu yalnızca iktidar türlerinden bir tanesidir, yani bir alt kategoridir.
Siyasal kurumlaşmanın var olmadığı toplumlarda bile siyaset vardır, bu toplumlarda bile iktidar sorunu kendini hissettirir. Siyasal iktidar, insanın doğasından değil toplumsal yaşamın özünden kaynaklanan bir zorunluluktur. İktidardan yoksun toplum yoktur.
Lapierre, “Siyasal iktidar toplumsal yenilenmeden kaynaklanır.” der. Clastres ise onun bu tespitine şöyle karşı çıkar: “Toplumsal yenilenmeyi zorlayıcı siyasal iktidarın kaynağı sayabiliriz, ama zorlayıcı olmayan iktidarın kaynağı sayamayız.” Ona göre yenilenme, siyasetin değil, zorlamanın kaynağıdır.
Toplumları, siyasal iktidarın var olduğu toplumlar ve var olmadığı toplumlar şeklinde ikiye ayıramayız. İktidar, toplumsal yapıya içkindir ve başlıca iki şekilde kendini gösterir: Zorlayıcı iktidar ve zorlayıcı olmayan iktidar.
Zorlamaya ya da emir-itaat ilişkisine dayanan siyasal iktidar, gerçek iktidarın modeli değil; yalnızca özel bir durumdur. Bu yalnızca iktidar türlerinden bir tanesidir, yani bir alt kategoridir.
Siyasal kurumlaşmanın var olmadığı toplumlarda bile siyaset vardır, bu toplumlarda bile iktidar sorunu kendini hissettirir. Siyasal iktidar, insanın doğasından değil toplumsal yaşamın özünden kaynaklanan bir zorunluluktur. İktidardan yoksun toplum yoktur.
Lapierre, “Siyasal iktidar toplumsal yenilenmeden kaynaklanır.” der. Clastres ise onun bu tespitine şöyle karşı çıkar: “Toplumsal yenilenmeyi zorlayıcı siyasal iktidarın kaynağı sayabiliriz, ama zorlayıcı olmayan iktidarın kaynağı sayamayız.” Ona göre yenilenme, siyasetin değil, zorlamanın kaynağıdır.
Etnoloji, birbirine karşıt olmakla birlikte birbirini tamamlayan iki siyasal
iktidar düşüncesi arasında gidip gelir. Birinci görüşe göre ilkel toplumların
çoğu sonuçta her türlü gerçek siyasal örgütten yoksundur; gözle görülür ve
etkin bir iktidar organının bulunmayışı, bu toplumlarda iktidar mekanizmasının
bile var olmadığı, dolayısıyla bu toplumların tarihin siyaset öncesi ya da
anarşik bir evrede takılıp kaldıkları sonucunun çıkarılmasına neden olmuştur.
İkinci görüşe göre ise, tam tersine, ilkel toplumların ancak küçük bir bölümü,
başlangıçtaki anarşiden kurtularak gerçekten insana özgü tek gruplaşma tarzı
olan siyasal örgüt aşamasına ulaşmıştır; ama bu kez de daha önce ilkel
toplumların en belirgin özelliği sayılan eksiklik, fazlalığa dönüşür ve siyasal
örgüt despotluk ya da tiranlık haline gelir. Şüphesiz etnolojinin bu tutumunda,
Batılıların Batılı olmayanları mahkum ettiği kaçınılmaz başarısızlık yatıyor.
İlkel Toplumlarda İktidar Sorunu
İlkel Toplumlarda İktidar Sorunu
İlkel
toplum nedir?
Klasik antropolojiye göre ilkel
toplumlar, bünyesinde ayrı bir politik
iktidar organı bulunmayan devletsiz toplumlardır.
Toplumları öncelikle devletin
varlığına veya yokluğuna göre, devletli toplumlar ve devletsiz toplumlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Devletli
toplumların da kendi içlerinde çok farklı türleri vardır fakat bu toplumların
ortak özelliği, emir-itaat ilişkisine göre
yönetenler ve yönetilenler olmak üzere ikiye bölünmüş durumda
olmalarıdır. Oysa devletsiz toplumlar bu bölünmeden habersizdirler. İlkel
toplumları devletsiz toplumlar olarak tanımlamak, onların kendi varlıklarında
homojen olduklarını söylemektir, çünkü onlar bölünmemiş toplumlardır. Bu
toplumların tanımı da bu özelliklerine dayanır. İlkel toplumlarda ayrı bir iktidar organı yoktur, iktidar toplumdan
ayrılmış değildir. Bu toplumlarda, toplumsal alandan ayrı bir politik alan
ortaya konamaz. Toplumsal alan politikayla sınırlıdır, politika ise birilerinin
toplumun geri kalanı üzerinde iktidarını uygulamasından ibarettir.
Platon ve Aristo için olduğu gibi, Herakleitos
için de ancak kuralların himayesi altında bir toplum olabilir; toplum emir
verenler ile boyun eğenler arasındaki bölünme olmadan düşünülemez ve iktidarın
olmadığı yerde ancak toplumsallığın alt aşamasından ya da toplumdışı bir
durumdan söz edilebilir. 16. Yüzyıl başlarında ilk Avrupalılar da Güney Amerika
yerlilerini yaklaşık bu terimlerle değerlendiriyorlardı. Şeflerin kabileler
üzerinde hiçbir iktidarı olmadığı için, ilkel toplumların “gerçek toplumlar”
olmadığını ilan ediyorlardı:
“İnançsız,
kanunsuz, kralsız” vahşiler.
Yerli Şefliğin Felsefesi
İlkel toplumlarda lider denilen
kişiler her türlü iktidardan yoksundur;
şeflik politik iktidarın dışında oluşmuştur.
şeflik politik iktidarın dışında oluşmuştur.
İktidarsız
bir şef ne yapar?
Her şeyden önce, şefliğin savaş
zamanındaki görünüşü ile barış zamanındaki görünüşü arasında çok büyük bir
karşıtlık olduğunu bilmeliyiz. Bazı kabilelerde toplum savaş zamanı farklı,
barış zamanda farklı bir kişi tarafından yönetilir, yani sivil ve askeri
iktidar birbirinden ayrılmıştır. Askeri bir sefere çıkıldığında, şef
savaşçıların tümü üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptir. Ama barış yapılır
yapılmaz şef bütün gücünü yitirir. Zorlayıcı iktidar ancak olağanüstü
durumlarda, bir dış tehdit söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Topluluk kendi
başına kalınca, iktidar ve zorlamanın birlikteliği de sona erer. Barış
zamanlarında şef bir arabulucudur, barış mimarıdır. Topluluğun içindeki
uyuşmazlıkları, kendisi doğrudan müdahale edip bir karara bağlamadan çözmeye,
yani tarafları uzlaştırmaya çalışır. Topluluktaki ılımlı eğilimi temsil eder.
Yerlilerde şefin ikinci ayırt edici
özelliği cömertliktir. Cömertlik, bir şefi için olmazsa olmazdır.
Şef, elindekileri tebaasına vermeye mecburdur. Yerliler de kendilerinde şefi
sürekli yağmalama hakkını görürler. Francis Huxley,
Urubular hakkında şunları söyler: “Şefin yapması gereken şey cömert olmak ve
kendisinden istenen her şeyi vermektir. Bazı yerli kabilelerinde şefi tanımak
çok kolaydır, çünkü serveti diğerlerinden daha az, süsleriyse daha
gösterişsizdir. O, her şeyini kabilesine verdiği hediyelere harcamıştır.”
Şefin bir diğer önemli özelliği ise
iyi bir hatip olmasıdır. Hatiplik, siyasal iktidar için hem bir önkoşul hem de
bir araçtır. Şef, komuta-itaat ilişkisini öne süren bir üslupla değil, toplumun
kendi üzerine olan kendine ait söylemi, kendisini bölünmemiş bir toplum olarak
ilan ettiği söylemi ve bu bölünmemiş varlığını koruma isteğiyle konuşur.
Özellikle Güney Amerika kesiminde (And
kültürleri dışında), “çokkarılılık” da şefe tanınan bir ayrıcalık olarak
karşımıza çıkar. Yerlilerde genel bir çokkarılılığın söz konusu olduğu durumlar
oldukça azdır. Çokkarılılık, genelde yalnızca şefe özgüdür. Çokkarılılık bir
ayrıcalık olarak öne sürülerek toplum ile şefin arasındaki mübadelenin örneği
kabul edilmektedir ama aynı zamanda şefe birçok sorumluluk yükler. Şefin eşlerinin
her biri, bir bakıma topluluğun farklı kesimlerini temsil eder ve şefe
topluluğun problemlerini iletirler. Ayrıca şef, hem topluluğun isteklerini
karşılamak hem de eşlerinin geçimini sağlamak durumundadır. Birden çok eşi
olması şefe onlara bakma, onları doyurma zorunluluğu yükler. Bunun için de
şefin iyi bir avcı olması gerekir.
Demek ki “yerli şef”i
barış mimarlığı ve profesyonel arabuluculuğu, cömertliği, iyi bir hatip olması
ve çokkarılılığı olmak üzere dört özelliği ile ayırt ediyoruz. Şefin, o
toplumun şefi olmakla ayrıcalıktan çok yükümlülüğe sahip olduğunu
belirtebiliriz. Öyle ki burada şefin yerliler üzerindeki iktidarın
bahsedemiyoruz ama –savaş zamanı dışında- yerlilerin şef üzerinde iktidar
sahibi olduğunu görüyoruz. Şef, topluluğun ondan beklediği gibi olmak
zorundadır. Topluluktan ayrı ve topluluktan farklı olarak karar verme yetkisine
sahip değildir. Güçsüzdür. Yerliler ile şef arasında mübadele vardır; toplum
öncelikle malların, kadınların ve sözcüklerin mübadelesiyle oluşan üç temel
düzeyde tanımlanır.
İktidarın oluşma tarzı ile var olan
iktidarı kullanma tarzını türdeş ögeler olarak düşünmek, bir bakıma şef olmak
ile şeflik yapmayı; kurumun özü ile kurumun çalışmasını birbirine karıştırmak
demektir.
İlkel
toplumda şefliğin gerçek yeri neresidir?
İlkel toplumda şef, aslında
toplumsal bünyedir. Bu iktidar, tek bir yönde uygulanır: Toplumun varlığını bölünmemişlik
içinde tutmak, insanlar arası
eşitsizliğin toplumu bölmesine engel olmak. Buna bağlı olarak iktidar,
kaynağını toplumdan alır ve toplumda bölünmüşlük yaratabilecek her şeye karşı uygulanır. Toplumda bölünmüş
yaratabilecek, diğer bir deyişle iktidarı ele geçirme olasılığı bulunan bir
kurum olarak karşımıza şeflik çıkar, iktidarın bu durumda şeflik kurumu
üzerinde uygulanması son derece doğaldır. Şef, kabile içinde gözetim altındadır.
Şefin iktidar arzusu belirgin bir hale gelirse şef terk edilir, hatta
öldürülebilir.
***
Yararlanılan Kaynaklar
Bertrand Russell, İktidar,
Deniz Kitaplar Yaynevi, 1983
Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, 1998
Elias Canetti, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, 1998
Franz Oppenheimer, Devlet, Phoenix Yayınevi, 1984
Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Ekin Kitabevi Yayınları, 2007
Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, 1991
Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Ayrıntı Yayınları, 1992
Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, 1998
Elias Canetti, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, 1998
Franz Oppenheimer, Devlet, Phoenix Yayınevi, 1984
Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Ekin Kitabevi Yayınları, 2007
Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, 1991
Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Ayrıntı Yayınları, 1992
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder