27 Nisan 2014 Pazar

Clastres'in İzinden: Devlete Karşı Toplum



ÖNSÖZ



“İlkel toplumlar, devletsiz toplumlardır.” deriz. Pekiyi ilkel toplumların devletsiz toplumlar olmaları, bir siyasal iktidara da sahip olmadıklarını mı gösterir? Bu soruyu cevaplarken ilk bakışta “devlet yoksa siyasal iktidar yoktur” yanılgısına düşebiliriz. Ancak soruya doğru bir yanıt verebilmek için, öncelikle devleti ve siyasal iktidarı sorgulamamız gerekir. Devlet ve iktidar kavramları hem herkesçe bilinen hem de kimsenin tam anlamıyla açıklayamadığı kavramlardır. Yalnızca devlet için bile yüzlerce tanım yapılabilir, bu tanımların bazıları devletin birtakım özellikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlarken bazıları ise yanlış önermeler içerebilirler. Biz de bu çalışmamıza başlarken önce “devlet nedir”i sorguladık, devleti bir terim ve bir kavram olarak ayrıca ele aldık. Siyaset felsefesine katkıda bulunmuş düşünürlerin devlet hakkında görüşlerinden bahsettik. Daha sonra iktidarı ve nihayet siyasal iktidarı sorguladık. Ve en son, çalışmamızın asıl konusu olan devletsiz toplumları; “Devlete Karşı Toplum”ları ele aldık. Bunu yaparken çoğunlukla siyasal antropoloji alanında çok önemli çalışmalara imza atmış olan Jean-William Lapierre ile Pierre Clastres’in eserlerinden yararlandık.  Kendilerine teşekkürü borç biliriz.







Devlet Terimi


 Devlet kelimesinin İngilizce karşılığı state”, Fransızca karşılığı ise etat , Almanca karşılığı staat”, İtalyanca karşılığı “stato”, İspanyolca estado”dur. Bunların hepsinin kökeni Latince status kelimesidir. Ancak status, “devlet” demek değil; “hâl”, “durum”, “vaziyet” demektir.
İlk defa İtalya’da 16. yüzyılda, devleti ifade etmek için stato terimi kullanılmaya başlanmıştır.
Stato terimini modern anlamda devlet karşılığında ilk kullanan kişinin, Machiavelli olduğu kabul edilmektedir. 1500 ve 1600’lerde “stato (devlet)” kelimesi Fransız, İngiliz ve Alman dillerine girmiştir.

Devlet kelimesi, dilimize Arapçadan geçmiştir. Kelime, Arapçadaki dolaşım anlamına gelen “tedavül” kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Bu nedenle, siyaset bilimciler tarafından devletin “iktidarın el değiştirmesi” biçiminde anlaşılabileceği ileri sürülmüştür.

Eski Yunan’da ise devlet kavramını karşılamak için “polis” kelimesi kullanılmaktaydı ancak Eski Yunandaki polis, günümüzdeki modern devlet yapısından çok farklıdır.


Devlet Kavramı


Devlet kavramı için geçmişten günümüze pek çok farklı tanım yapılmıştır ancak “devlet”in, üzerinde uzlaşma sağlanmış kesin bir tanımı bulunmamaktadır.

Devlet felsefesi alanında fikir beyan eden filozoflardan Platon’da devlet “birlikte yaşama zorunluluğundan doğan” , Aristoteles ’te “doğal bir oluşum”, Ancillon’da dil, gibi iletişim ve toplumsallıktan doğan, Hobbes’ta herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan, Jean-Jacques Rousseau,  Spinoza
ve Locke’ta toplum sözleşmesinin sonucu, Fichte’de saf insan amacının yüce aracı, Schelling’de mutlak olan, Hegel’de tözel irade olarak ahlaksal tin, Cicero’da hukukun sonucu olarak betimlenir. Günümüzde birçok siyaset bilimci ve filozofun da devlet üzerine farklı tanımları vardır.

Devlet üzerine yapılan tanımların içinde en benimsenmişi, kökeni Georg Jellinek'in ilk baskısı 1900 yılında yayınlanan Allgemeine Staatshlehre'de bulunan "üç unsur teorisi"ne göre yapılmış olan tanımdır.  Bu tanıma göre:

Devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olan belirli bir insan topluluğunun oluşturduğu bir varlıktır.

Devletin birinci unsuru olan insan topluluğuna millet denir.

Millet, birbirlerine birtakım bağlarla bağlanmış olan insanlardan oluşmuş bir topluluktur. Devletin ikinci unsuru, toprak unsurudur ki bu da ülkeyi ifade eder. Ülke, belirli insan topluğunun devamlı olarak yaşayabileceği ve egemenlik kurabileceği, belirli sınırları olan bir toprak parçasıdır. Devletin üçüncü unsuru olan iktidar unsuruna ise egemenlik denir. Egemenlik, en üstün iktidar demektir. Bir devletin varlığından bahsedebilmek için, insan topluluğunun belirli bir ülke üzerinde en üstün iktidara sahip olması gerekir. Bu iktidarın da az çok uzunca bir süre devam etmesi lazımdır.

Bir devletin kurulabilmesi için bu üç unsurun bir veya ikisi yeterli değildir; üçünün de bir araya gelmesi gerekir.

Bu üç unsurun birleşmesiyle oluşan devlet, kendini meydana getiren unsurların dışında ve onlardan bağımsız bir varlıktır. Dolayısıyla devlet, kendisini oluşturan unsurlardan birisine indirgenemez. Devlet sadece ülke veya sadece millet veya sadece egemenlik demek değildir.


Devlet hukuk düzeninde, kendini oluşturan insanlardan ayrı bir hukukî varlığa sahip bir tüzel kişi olarak kabul edilmektedir. Burada devletin dördüncü bir unsuru olan “kişilik” kavramı karşımıza çıkar.

Devleti oluşturan üç unsurdan biri diğerine göre daha önemli değildir. Bu üç unsurdan biri aslî, diğerleri tali değildir. İlk bakışta insan unsurunun devletin tanımında daha önemli olduğu gibi bir izlenim doğabilir. Böyle bir izlenim yanlıştır. Çünkü ülke unsuru olmaksızın insan topluluğu tek başına (nicelik olarak ne kadar büyük olursa olsun) devlet teşkil etmez. Keza insan ve toprak unsurları olsa bile, söz konusu insan topluluğu, söz konusu toprak parçası üzerinde egemenlik kuramamış ise yine ortada bir devlet  yoktur.

Devlet kendini teşkil eden unsurlardan birisine indirgenemeyeceğine ve keza bu üç unsurdan her biri aynı değerde olduğuna göre, devlet tanımında, bu unsurlardan birine öncelik veren tanımlar yanlıştır. Örneğin devlet, “belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olmuş insan topluluğu” olarak tanımlamak yanlış olur. Böyle bir tanım bir yandan devletin aslında insan topluluğuna indirgemekte, en azından insan unsurunun devletin asıl unsuru olduğunu akla getirmektedir. O nedenle devlet tanımlanırken devletin bu üç unsur dışında ayrı bir varlık olduğu belirtilmelidir.

Devletin ne olduğuna dair pek çok görüş olduğunu ancak bu görüşlerin hepsinin de birbirinden farklı tanımlar getirdiğini, bu görüşlerden hareketle ortak bir kanıya ulaşılamadığını söylemiştik.

Devlet, kimilerine göre esas itibariyle bir sınıf yapısıdır. Yani devlet, bir sınıfın diğer sunıfları egemenliği altında bulundurduğu bir örgütlenmedir. Sınıf egemenliği kavramı, aklımıza Markist öğretinin devlet algısını getirir ancak devleti sınıf yapısına dayandıran başka düşünürler de vardır. Bunlardan biri, Franz Oppenheimer’dır.

Şimdi, Oppenheimer’ın görüşlerini detaylı olarak açıklarken devletin ne olduğuna dair onun reddettiği diğer devlet kuramlarına da kısaca değinmiş olacağız

Oppenheimer’a göre, bir sınıf kuramı, ister istemez, incelemenin ve aklın ulaştığı bir sonuç değil, isteklerin ve iradenin bir yan ürünüdür. Kanıtları, gerçeği ortaya çıkarmak için değil, maddi çıkarları kollama yarışında kullanılacak silahlar olarak ortaya atılır. Bu nedenle vardığı sonuç, bilim değil, bilimsizlik; yani cahillik olur. Devletin ne olduğunu kavrarsak, devletle ilgili kuramların niçin öyle olduklarını da gerçekten kavrayabiliriz. Ama bunun tersi,devlet kuramlarının kavranmasıyla devletin de kavranabileceği söylenemez; devlet hakkındaki kuramların kavranması, devletin özü hakkında hiçbir ipucu vermez.

Oppenheimer’ın Sosyolojik Devlet Kavramı


Sosyolojik bir kavram olarak devlet nedir?

Devlet sözcüğünün geçmişi, bu soruyu yanıtlamaktadır. Sözcük, Rönesans dönemi İtalyasından gemekte ve iktidarı kuvvet yoluyla eline geçiren prensle yardımcılarından oluşan çevresini belirtmektedir. Jacob Burckhardt, “yöneticilerle onların çevresine ‘lo stato’ denirdi ve bu sözcük sonraları bir bölgenin tüm varlığını içeren bir anlam edindi” der. Öyleyse, “devlet benim” diyen XIV. Louis, bunu söylerken, gerçekte, sanıldığından daha derin bir anlamda haklıydı.

Devlet, oluşumu sırasında tümüyle, varlığının ilk aşamalarında ise özünde ve neredeyse tümüyle, zafer kazanmış bir insan grubunun, yendikleri üzerindeki egemenliğini bir düzene bağlamak ve kendini içten gelecek ayaklanmalarla dıştan gelecek saldırılara karşı güvenceye almak amacıyla, yendiği gruba kendini zorla kabul ettirdiği bir toplumsal kurumdur. Bu egemenliğin nihai amacı, yenilenlerin onları yenenler tarafından ekonomik alanda sömürülmesinden başka bir şey değildir.

Tarihte bilinen hiçbir ilkel devlet başka bir biçimde doğmamıştır. Güvenilir bir kaynakla bulunan tersinin yazılı olduğu durumlarda, ya kendi iç gelişmelerini tamamlamış iki ilkel devletin, daha karmaşık bir örgüt oluşturmak üzere birleşerek birbiriyle karıştığı bir durumdan söz ediliyordur; ya da yazılanlar kendilerini kurda karşı korumak için bir ayıyı kral edinen koyunların masalının insanlara uyarlanmasıdır.


İktidar Kavramı


Yalın bir biçimde kısa sözlük tanımlarına baktığımızda iktidar; “Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret, bir işi başarabilme yetkisi ve yeteneği”, “Herhangi bir topluluk içinde, tabiî, maddî ve manevî etkenler sonucu bazı kişi, grup veya kurumların emir verme ve verilen emirleri yaptırma gücü” olarak tanımlanmaktadır. Bertrand Russel, iktidarı, hayvanlarda da var olan ancak insanlarda çok daha tehlikeli boyutlar taşıyan bir güdü olarak tanımlar. Russel, “İnsanoğlunun sınır tanımayan isteklerinin en belli başlıları, iktidar ve şan kazanma istekleridir.” der. Görüldüğü gibi bu kısa tanımların içinde güç, emir ve istekler vardır.

İktidar kavramı hayatın her alanını kapsayan şemsiye bir kavramdır. Aile, topluluk, toplum, devlet, iş kısacası insanlar arasındaki her türlü ilişkinin düzenlenmesi dolaylı veya doğrudan “iktidar” kavramıyla bağlantılıdır. Diğer bir anlatımla, insanlar arasında iktidarı ilgilendirmeyen hiçbir düzenleme biçiminden söz edilemez. Zira her düzenleme aynı zamanda bir “güç” unsuru içermektedir. Kavram olarak: güçler arasındaki mücadelede üstün gelen gücün diğer güçler üzerinde belirleyici olması, onun iktidarına işaret eder.
Max Weber der ki: “İktidar, sosyal ilişkiler çerçevesi içinde bir iradenin, ona karşı gelinmesi halinde dahi yürütülebilmesi imkanıdır.”

Bu iktidar tanımları, iktidarın en geniş anlamını vermektedir, yani burada “iktidar” kavramı, “sosyal iktidar”a denk düşmektedir.

Devletin toplum üzerindeki iktidarı ise “siyasi iktidar” kavramıyla açıklanır.
Siyasal iktidar kavramı, iki farklı bakış açısı ile incelenmekte ve bunlardan azınlıkta kalan birinci görüşe göre siyasi iktidar, sosyal iktidar ile eş tutulmaktadır. Bu görüşe göre nerede iktidar varsa orada politika vardır.
Çoğunluğu oluşturan ikinci görüşe göre ise siyasal iktidar, belli yönleri ile sosyal iktidardan ayrılmaktadır.

Devlete Karşı Toplum

Lapierre, insan toplumlarında siyasal iktidarın arkaik biçimlerini araştırmak üzere kültür ve tarih bilimlerine yönelmiş, toplumları çok geniş bir yelpazede ele almıştır. Çalışmasıyla ilkel dünyanın, arkaik olmayan dünyadan farkını ve böylece bizim kültürümüzde siyasal iktidarın nasıl belirlendiğini görmemizi sağlamıştır ve incelemelerinden hareketle şu sonuca varmıştır:

“Hayvanlar aleminde karşılaşılan toplumsal olgulara ve hayvanların toplumsal özdüzenleme süreçlerine ilişkin bilgileri eleştirel bir gözle incelediğimizde, tohum halinde bile olsa hiçbir siyasal iktidar biçiminden söz edemeyeceğimizi görürürüz.”

Lapierre’in sözünü ettiği bu durum bize siyasal iktidar olgusunun sadece insanlar arasında olduğunu gösterir.
Araştırmasının önemli bir kısmını vahşilerde iktidar konusuna ayıran Lapierre, bu konuda ilkel dünyayı oluşturan toplumları çok geniş bir yelpazede incelemiştir.

‘Yazının olmadığı ve geçim ekonomisiyle yaşayan' diye tanımlanan arkaik toplumların ekonomisinin hiç de sanıldığı gibi 'geçim ekonomisine' dayanmadığını söyleyen Sahlins, yapıtında arkaik toplumların aynı zamanda 'ilk bolluk toplumu' olduğunu söylemektedir (İlk Bolluk Toplumu, Ekim 1968). Yani arkaik toplumların kendi kendilerine zorlukla yeterek varlık sürdüren ve dolayısıyla herhangi bir doğa koşulundan etkilenince hayatları sekteye uğrayan, hiçbir şekilde artı değer üretemeyen toplumlar olmadığını, aksine paleolitik toplumların belirgin bir bolluk içinde yaşadığından söz ederken, Clastres bunun neden neolitik dönem tarımcıları için düşünülemeyeceğini sorarak Güney Amerika'daki bir çok arkaik toplumun, topluluğun tüm bir yıl tükettiğine eşit miktarda bir artıdeğer üretebildiklerini göstermiştir.

“Geçim ekonomisi” kavramı, bir önyargı olarak ortaya çıkmıştır. Batı uygarlığının tasarladığı ve geliştirdiği iktidar fikrinin damgasını taşımaktadır.

Antik Yunan'daki başlangıcından bu yana Batı politik düşüncesi, politikanın özünü hükmedenler ve hükmedilenler arasındaki, bilenler ve dolayısıyla emir verenler ile bilmeyenler ve dolayısıyla boyun eğenler arasındaki toplumsal bölünmeye göre kavrayarak politikanın içinde insanın toplumsallığının özünü ortaya koymayı bilmiştir.

Etnoloji araştırmalarına hakim olan geleneksel yaklaşıma göre siyasal iktidar ancak zorlayıcı bir ilişkiye bağlı olarak ortaya çıkar. Pekiyi gerçekte durum böyle midir? Lapierre, hepsi de birbirinden farklı olan arkaik toplumları beş kategoride sınıflandırmıştı. Bu sınıflandırmaya göre Amerika yerlilerini inceleyecek olursak, bu toplumlarda yazının bulunmaması ve bu toplumların geçim ekonomisi aşamasında bulunmaları sebebiyle bu toplumların -Meksika, Orta Amerika ve Andlardaki gelişmiş kültürler dışında- arkaik olduklarını biliyoruz. Bahsettiğimiz Amerikan yerlileri, şeflerinin iktidardan yoksun olması gibi önemli bir niteliğe sahiptirler. Demek ki bu toplumlarda iktidar, zorlayıcı bir ilişkiye yani emir-itaat ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkmamıştır. ‘İktidardan yoksun şef’ kavramını günümüz dünyası ile karşılaştırınca anlamak oldukça zordur. Yerlilere göre ise, askeri bir sefer gibi çok özel koşulların dışında, emir almaktan ya da emir vermekten daha aykırı bir şey düşünülemez. Buna göre zorlama ve itaatin her yerde ve her zaman siyasal iktidarın özünü oluşturduğunu söyleyemeyiz.

Emir-itaat ilişkisinin yokluğu, siyasal iktidarın fiilen var olmadığını gösterir. Bu yüzden, devletsiz toplumların yanıcsıra iktidarın olmadığı toplumlar da vardır. Burada siyasal iktidarı yorumlarken, etnosantrizm yanılgısına düşmememiz gerekir. Etnosantrizm, bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirme tutumu şeklinde tanımlanır. Her kültür, kendisiyle olan narsist ilişkisi çerçevesinde, tanım gereği etnosantristtir. Bununla birlikte, Batı etnosantrizmi ile onun benzerleri arasında önemli bir fark vardır; herhangi bir yerli de kendi kültürünü diğer kültürlerden üstün tutar, ama hiçbir zaman diğer kültürler üzerine bilimsel bir söylem oluşturmaya çalışmaz. Oysa etnoloji, pek çok bakımdan kendi özel durumunun dışına çıkmadığı halde, evrensellik iddiasında bulunur.

Yazıyı bilmeyen toplumların, bilenlerden daha az yetişkin olduğunu söyleyemeyiz. Batı düşüncesinin Batılı olmayan toplumları egzotik bir bakışla ele almaya dayanan kültürel etnosantrizmi varlığını sürdürdükçe, “toplumu iktidar olmadan düşünemeyiz” savı savunulmaya devam edecektir.

Toplumları, siyasal iktidarın var olduğu toplumlar ve var olmadığı toplumlar şeklinde ikiye ayıramayız. İktidar, toplumsal yapıya içkindir ve başlıca iki şekilde kendini gösterir: Zorlayıcı iktidar ve zorlayıcı olmayan iktidar.

Zorlamaya ya da emir-itaat ilişkisine dayanan siyasal iktidar, gerçek iktidarın modeli değil; yalnızca özel bir durumdur. Bu yalnızca iktidar türlerinden bir tanesidir, yani bir alt kategoridir.

Siyasal kurumlaşmanın var olmadığı toplumlarda bile siyaset vardır, bu toplumlarda bile iktidar sorunu kendini hissettirir. Siyasal iktidar, insanın doğasından değil toplumsal yaşamın özünden kaynaklanan bir zorunluluktur. İktidardan yoksun toplum yoktur.

Lapierre, “Siyasal iktidar toplumsal yenilenmeden kaynaklanır.” der. Clastres ise onun bu tespitine şöyle karşı çıkar: “Toplumsal yenilenmeyi zorlayıcı siyasal iktidarın kaynağı sayabiliriz, ama zorlayıcı olmayan iktidarın kaynağı sayamayız.” Ona göre yenilenme, siyasetin değil, zorlamanın kaynağıdır.
Etnoloji, birbirine karşıt olmakla birlikte birbirini tamamlayan iki siyasal iktidar düşüncesi arasında gidip gelir. Birinci görüşe göre ilkel toplumların çoğu sonuçta her türlü gerçek siyasal örgütten yoksundur; gözle görülür ve etkin bir iktidar organının bulunmayışı, bu toplumlarda iktidar mekanizmasının bile var olmadığı, dolayısıyla bu toplumların tarihin siyaset öncesi ya da anarşik bir evrede takılıp kaldıkları sonucunun çıkarılmasına neden olmuştur. İkinci görüşe göre ise, tam tersine, ilkel toplumların ancak küçük bir bölümü, başlangıçtaki anarşiden kurtularak gerçekten insana özgü tek gruplaşma tarzı olan siyasal örgüt aşamasına ulaşmıştır; ama bu kez de daha önce ilkel toplumların en belirgin özelliği sayılan eksiklik, fazlalığa dönüşür ve siyasal örgüt despotluk ya da tiranlık haline gelir. Şüphesiz etnolojinin bu tutumunda, Batılıların Batılı olmayanları mahkum ettiği kaçınılmaz başarısızlık yatıyor.


İlkel Toplumlarda İktidar Sorunu


İlkel toplum nedir?

Klasik antropolojiye göre ilkel toplumlar, bünyesinde ayrı bir politik  iktidar organı bulunmayan devletsiz toplumlardır.

Toplumları öncelikle devletin varlığına veya yokluğuna göre, devletli toplumlar ve devletsiz toplumlar  şeklinde sınıflandırabiliriz. Devletli toplumların da kendi içlerinde çok farklı türleri vardır fakat bu toplumların ortak özelliği, emir-itaat ilişkisine göre  yönetenler ve yönetilenler olmak üzere ikiye bölünmüş durumda olmalarıdır. Oysa devletsiz toplumlar bu bölünmeden habersizdirler. İlkel toplumları devletsiz toplumlar olarak tanımlamak, onların kendi varlıklarında homojen olduklarını söylemektir, çünkü onlar bölünmemiş toplumlardır. Bu toplumların tanımı da bu özelliklerine dayanır. İlkel toplumlarda ayrı bir  iktidar organı yoktur, iktidar toplumdan ayrılmış değildir. Bu toplumlarda, toplumsal alandan ayrı bir politik alan ortaya konamaz. Toplumsal alan politikayla sınırlıdır, politika ise birilerinin toplumun geri kalanı üzerinde iktidarını uygulamasından ibarettir. 

Platon ve Aristo için olduğu gibi, Herakleitos için de ancak kuralların himayesi altında bir toplum olabilir; toplum emir verenler ile boyun eğenler arasındaki bölünme olmadan düşünülemez ve iktidarın olmadığı yerde ancak toplumsallığın alt aşamasından ya da toplumdışı bir durumdan söz edilebilir. 16. Yüzyıl başlarında ilk Avrupalılar da Güney Amerika yerlilerini yaklaşık bu terimlerle değerlendiriyorlardı. Şeflerin kabileler üzerinde hiçbir iktidarı olmadığı için, ilkel toplumların “gerçek toplumlar” olmadığını ilan ediyorlardı:

“İnançsız, kanunsuz, kralsız” vahşiler.



Yerli Şefliğin Felsefesi

İlkel toplumlarda lider denilen kişiler her türlü iktidardan yoksundur; 
şeflik politik iktidarın dışında oluşmuştur.


İktidarsız bir şef ne yapar?

Her şeyden önce, şefliğin savaş zamanındaki görünüşü ile barış zamanındaki görünüşü arasında çok büyük bir karşıtlık olduğunu bilmeliyiz. Bazı kabilelerde toplum savaş zamanı farklı, barış zamanda farklı bir kişi tarafından yönetilir, yani sivil ve askeri iktidar birbirinden ayrılmıştır. Askeri bir sefere çıkıldığında, şef savaşçıların tümü üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptir. Ama barış yapılır yapılmaz şef bütün gücünü yitirir. Zorlayıcı iktidar ancak olağanüstü durumlarda, bir dış tehdit söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Topluluk kendi başına kalınca, iktidar ve zorlamanın birlikteliği de sona erer. Barış zamanlarında şef bir arabulucudur, barış mimarıdır. Topluluğun içindeki uyuşmazlıkları, kendisi doğrudan müdahale edip bir karara bağlamadan çözmeye, yani tarafları uzlaştırmaya çalışır. Topluluktaki ılımlı eğilimi temsil eder.

Yerlilerde şefin ikinci ayırt edici özelliği cömertliktir. Cömertlik, bir şefi için olmazsa olmazdır. Şef, elindekileri tebaasına vermeye mecburdur. Yerliler de kendilerinde şefi sürekli yağmalama hakkını görürler. Francis Huxley, Urubular hakkında şunları söyler: “Şefin yapması gereken şey cömert olmak ve kendisinden istenen her şeyi vermektir. Bazı yerli kabilelerinde şefi tanımak çok kolaydır, çünkü serveti diğerlerinden daha az, süsleriyse daha gösterişsizdir. O, her şeyini kabilesine verdiği hediyelere harcamıştır.”


Şefin bir diğer önemli özelliği ise iyi bir hatip olmasıdır. Hatiplik, siyasal iktidar için hem bir önkoşul hem de bir araçtır. Şef, komuta-itaat ilişkisini öne süren bir üslupla değil, toplumun kendi üzerine olan kendine ait söylemi, kendisini bölünmemiş bir toplum olarak ilan ettiği söylemi ve bu bölünmemiş varlığını koruma isteğiyle konuşur.

Özellikle Güney Amerika kesiminde (And kültürleri dışında), “çokkarılılık” da şefe tanınan bir ayrıcalık olarak karşımıza çıkar. Yerlilerde genel bir çokkarılılığın söz konusu olduğu durumlar oldukça azdır. Çokkarılılık, genelde yalnızca şefe özgüdür. Çokkarılılık bir ayrıcalık olarak öne sürülerek toplum ile şefin arasındaki mübadelenin örneği kabul edilmektedir ama aynı zamanda şefe birçok sorumluluk yükler. Şefin eşlerinin her biri, bir bakıma topluluğun farklı kesimlerini temsil eder ve şefe topluluğun problemlerini iletirler. Ayrıca şef, hem topluluğun isteklerini karşılamak hem de eşlerinin geçimini sağlamak durumundadır. Birden çok eşi olması şefe onlara bakma, onları doyurma zorunluluğu yükler. Bunun için de şefin iyi bir avcı olması gerekir.
Demek ki “yerli şef”i barış mimarlığı ve profesyonel arabuluculuğu, cömertliği, iyi bir hatip olması ve çokkarılılığı olmak üzere dört özelliği ile ayırt ediyoruz. Şefin, o toplumun şefi olmakla ayrıcalıktan çok yükümlülüğe sahip olduğunu belirtebiliriz. Öyle ki burada şefin yerliler üzerindeki iktidarın bahsedemiyoruz ama –savaş zamanı dışında- yerlilerin şef üzerinde iktidar sahibi olduğunu görüyoruz. Şef, topluluğun ondan beklediği gibi olmak zorundadır. Topluluktan ayrı ve topluluktan farklı olarak karar verme yetkisine sahip değildir. Güçsüzdür. Yerliler ile şef arasında mübadele vardır; toplum öncelikle malların, kadınların ve sözcüklerin mübadelesiyle oluşan üç temel düzeyde tanımlanır.

İktidarın oluşma tarzı ile var olan iktidarı kullanma tarzını türdeş ögeler olarak düşünmek, bir bakıma şef olmak ile şeflik yapmayı; kurumun özü ile kurumun çalışmasını birbirine karıştırmak demektir.


İlkel toplumda şefliğin gerçek yeri neresidir?

İlkel toplumda şef, aslında toplumsal bünyedir. Bu iktidar, tek bir yönde uygulanır: Toplumun varlığını bölünmemişlik içinde tutmak, insanlar  arası eşitsizliğin toplumu bölmesine engel olmak. Buna bağlı olarak iktidar, kaynağını toplumdan alır ve toplumda bölünmüşlük yaratabilecek her şeye  karşı uygulanır. Toplumda bölünmüş yaratabilecek, diğer bir deyişle iktidarı ele geçirme olasılığı bulunan bir kurum olarak karşımıza şeflik çıkar, iktidarın bu durumda şeflik kurumu üzerinde uygulanması son derece doğaldır. Şef, kabile içinde gözetim altındadır. Şefin iktidar arzusu belirgin bir hale gelirse şef terk edilir, hatta öldürülebilir.

***

Yararlanılan Kaynaklar

Bertrand Russell, İktidar, Deniz Kitaplar Yaynevi, 1983
Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, 1998
Elias Canetti, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, 1998
Franz Oppenheimer, Devlet, Phoenix Yayınevi, 1984
Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Ekin Kitabevi Yayınları, 2007
Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, 1991
Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Ayrıntı Yayınları, 1992


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder